Cumartesi, Şubat 02, 2008

Şimdiki gençler duvara karşı( mı acaba ? )


EMİNE DOLMACI

Duvar yazıları, geriye dönüp baktığımızda, gençlerin ‘apolitik’ olarak suçlanmadığı, 80 öncesi kuşak için önemli bir mücadele aracı, bunun da ötesinde bir varlık alanıdır. Sağ ve sol örgütler, kendi egemenlik alanında veya karşı örgütlerin sahasında varlığını, duvarlara yazılan sloganlarla gösterirdi.

‘Yazıya çıkma’ olayı, her grup için önemli bir eylem niteliği taşırdı. Bu sayede varlıkları kanıtlanır, mesajlarını da yaymış olurlardı çünkü. Polis baskını ve karşı örgütlerin baskısı altında, gece boyu nöbetler tutularak yapılan işte, kör bir kurşuna hedef olma, canını kaybetme endişesi de vardı. Siyasî partilerden ve gençlik örgütlerinden onlarca genç bu yüzden çıkan çatışmalarda hayatını kaybetti. Tarafların onlarca ‘şehit’ verdikleri, bu can derdiyle yazılan yazılar, 80 sonrasından başlayarak yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Tamamen yok olmadı elbette; ancak yerini daha hafif içeriklere bıraktı. 90’lı yıllarla beraber devrim, ülkü, özgürlük, kavramlarının yerini, ‘aşk’, ‘sevgi’, ‘futbol’ temaları aldı. Duvarlardan, ‘Tek yol devrim’, ‘yaşasın komünizm’, ‘Bağımsız Türkiye’, ‘Bayrak inmez, vatan bölünmez’ gibi yazılar yavaş yavaş silinirken, onların yerini ‘Seni seviyorum’, ‘Caner Sibel’i seviyor’, ‘Sana canım feda’, ‘Pazara değil mezara kadar’ sloganlarının hakimiyeti aldı. Aradan geçen yılların ruhuna uygun olarak, ideolojik yazılar ve sloganlar da, ortama ve zamana uyarak, farklı zeminlere taşındı. Artık duvarlarda görmediğimiz sloganlar, internet sitelerinde, bloglarda, forumlarda sadece meraklısını ve ilgisinin dikkatini çekecek bir şekilde yer alıyor. Burada aktarmak istediğimiz, duvar yazıları ve onları çiziktirenlere dair bir değişim ve dönüşümün hikayesi. Duvarlara kireç, zift, yağlıboya ve spreylerle yazılar yazan, onun heyecanını yaşayanların ağzından da, bazıları bunun nostaljik bir kare olarak geçmişte kaldığına karşı çıksa da, geçmişe dönük bir öykü belki...

Takvimlerin darbeye yakın olduğu dönemler. Yıl 1978, Türkiye’nin özellikle üniversitesi olan büyük şehirlerinde çatışmalar yaşanıyor ve onlarca genç ölüyor. Bu dönemde görev başında olan Ecevit hükümeti ise kuyruklarla ülkeyi ‘bir yokluk ve kıtlık’ durumuna sürüklemenin yanı sıra, özgürlükleri kısıtlamaktan da eleştiriliyor. Bu eleştiriler bazen meydanlarda sloganlara bazen de duvar yazılarına dönüşüyor. ‘Zengin ve Yoksul’ dizisinin kötü karakterinden esinlenerek ‘Falconetti Ecevit’ adı takılan eski başbakan için kaleme alınan yazılardan biri, Beyazıt Meydanı’ndaki duvarda kendini gösteriyor: “Ne Amerika ne Rusya milliyetçi Türkiye, Falkonetti Eco Edirnekapı’ya giremez.” 1978 yılındaki yazıyı yazan 6 kişiden biri olan yayıncı Oğuzhan Cengiz, “Bunu ilk kez itiraf ediyorum. Fikir benden çıkmıştı, bir grup arkadaş hemen yazdık. O yazı aylarca Türkiye’nin gündeminde kaldı.” ifadesini kullanıyor.

Duvar yazıları, gençlik hareketlerinin yoğun olduğu 70’li yıllarda, her kesim için vazgeçilmez mücadele aracıydı. İhtilalle birlikte azalan bu yazılar 90’lı yıllara doğru neredeyse hayattan silindi. Onun yerini, modern grafiti sanatı veya hiçbir estetik veya edebi değeri olmayan ‘aşk’ yazıları aldı. Siyasi mesajlar, yazılar ve tartışmalar da tamamen internet ortamına taşındı. ÖDP Parti Meclisi üyesi İbrahim Aydın, “Bu, verilmek istenen mesajın sokaklarda yaşatılması ile ilgiliydi. Ekonomikti, aynı zamanda kendi içinde bir eylem niteliği de vardı.” diyor. Daha sonra idam edilen Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’la birlikte ODTÜ stadyumuna ‘devrim’ yazısını yazan EMEP Merkez Yürütme Kurulu üyesi Mustafa Yalçıner ise mücadele araçları değişse de bunun bir devrin sonu olmadığı, önümüzdeki dönemlerde yeniden ortaya çıkabileceği görüşünde.

Gece yazıya çıkıyoruz arkadaşlar!

1968 Paris öğrenci hareketlerinde duvarlar, “Gerçekçi ol, imkansızı iste!” ve “Yasaklamak yasaktır.” gibi sloganlarla bezenirken, bu yazılar tüm dünyaya genel kabul gören sloganlar olarak yayılmıştı. Türkiye’de duvar yazılarının yoğunluğu, siyasetin daha sivri ve keskin, gençlik hareketlerinin de güçlü olduğu yıllarda, bu yıllardan bir dönem sonrasına tekabül ediyor. 80 darbesi sonrasında, tek kanallı radyomuzdan ve televizyonumuzdan, ‘yasadışı örgüte ait slogan yazdıkları için gözaltına alındılar’ ifadelerini duyardık sık sık. Sağ veya sol siyasi hareketlere mensup örgütler, özellikle kendi hakimiyeti altındaki bölgelerde duvarların da hakimiydi. ‘Yaşasın…’ veya ‘Kahrolsun…’ ile başlayan sloganlar, aynı zamanda bir güç / kuvvet gösterisi, biz varız mesajıydı. Sprey boyaların olmadığı dönemde yağlı boya, zift veya kireçle yazılan yazılar, hem polisle hem karşı örgütlerle çatışma sebebi oluşturuyordu. Bu yüzden, ‘Yazıya çıkma’ eylemi, bir grup eli yatkın üyeyle beraber, bir grup gözetleyiciyi de mecbur kılıyordu. Hatta her grup, sağcı polislerin örgütlendiği Pol-Bir üyesi polislerin görevi esnasında veya solcu polislerin örgütlendiği Pol-Der üyesi polislerin nöbet vaktinde yazıya çıkıyordu. Eğer, duvarlar yazılmış ve boş yer yoksa karşı örgütün yazdığını değiştirmek de bir eylem türüydü. Örneğin, ÜGD ‘İGD’, MHP ‘MARX’, DEV-GENÇ ‘DEVEGENÇ’ sloganlarıyla değiştiriliyordu. Devrimciler anti Amerikancı bir yazı yazdığında, karalanıp altına MHP yazılabiliyordu veya Filistin sorunu üzerine yazılanların altına her grup imzasını atabilirdi.

Hukuki açıdan ‘suç’ sayılan duvar yazıları, 80’li yılların sonunda yavaş yavaş siyasi bir mücadele aracı olmaktan çıkarken, 90 ve 2000’li yıllarda neredeyse hiç görünmez oldu. Geçtiğimiz yıllarda ise konuyla ilgili ilginç olaylara tanık olduk. 22 Kasım 2005’te Erzurum’un Horasan ilçesinde, birtakım duvar yazıları ortaya çıktı. Yapılan araştırmada, “Başbuğ apo”, “Kürdistan’ı kuracağız, Türkleri atacağız”, “Yaşasın PKK” gibi duvar yazılarının aynı elden çıktığı saptandı. Başka bir çıkış da 2005 yılı Aralık ayında İzmir’de yaşandı. Bina, kavşak ve köprülere, “Dünya Türk olsun” ve “Türkiye Türklerindir” yazan Buduncular grubu da polisi bir süre peşinden koşturdu. İstanbul’da ise Nuri Alço’nun adını kullanarak, duvarlardaki ‘NARO’ imzası atan bir grup ortaya çıktı. Bugün artık, daha çok sol grupların yaptığı, ‘F tipi cezaevine tepki’ veya ‘ölüm oruçlarını kınama’ gibi eylemlerde duvarlara yazılar yazılıyor. Bunlar da, eylem bölgesi ile sınırlı kalıyor. Yani İstanbul’un Okmeydanı, Gazi Mahallesi, Ümraniye, Maltepe gibi bölgelerinden dışarı çıkamıyor. e.dolmaci@zaman.com.tr


Falconetti kimdir?

Türkiye’de tutulan yabancı kötü karakterlerden birisi. Kitleleri ekrana kilitleyen Zengin ve Yoksul dizisinin ‘kötü adam’ı Falconetti, yaşayan bir kahraman kadar üne sahipti. Filmde Falconetti, Tom Jordache’i öldürdüğünde gazeteler, “Ellerin kırılsın Falconetti” manşetini atmıştı. Falconetti’yi, Kurtlar Vadisi’nin Akrep Bekir’i tiyatrocu Zekai Müftüoğlu seslendiriyordu.


Ecevit, Türkeş’ten rica etti, yazıyı sildirdik

Oğuzhan Cengiz (Yayıncı): Arkadaşlarla Beyazıt’ta Küllük Kahvesi’nde oturuyorduk. 1997’de Ecevit’in iktidar olduğu yıllarda ülkücülere karşı müthiş bir kıyım vardı. “Ecevit çok zulmediyor, ‘Falconetti Ecevit’ yazalım duvarlara” dedim. Beyazıt Hürriyet Meydanı’nda tramvay yolu üzerindeki duvarlardan birine yazdık. 6 kişiydik yazıyı yazan, yaklaşık 3 saatimizi aldı. Kimliğimizi bilen yoktu. İlk kez açıklıyorum: 50-100 kişilik ekiplerle geldiler yazıyı silmeye çalıştılar, biz sildirmedik. İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan ekiplerle beraber geldi, onlara da izin vermedik. Yaklaşık 7-8 ay kaldı duvarda. En son Ecevit, Alparslan Türkeş’i arayıp rica etmiş. Bunun üzerine yazı silindi. Falconetti Ecevit’i yazan kişilerden 2’si daha sonra olaylarda öldürüldü. Yazıya genellikle geceleri sabaha karşı çıkardık. Vatan Caddesi, Millet Caddesi’ne yazardık en çok yazılarımızı. Yazı yazarken çatışma çıktığı çok olurdu. Kardeşim Erhan Cengiz, yazı yazan solcularla mücadele ederken öldürüldü. 18 yaşındaydı.

Nostalji olarak kalmadı, vakti gelecek

Mustafa Yalçıner (EMEP MYK üyesi): 1968’de ODTÜ öğrencisiydim. 4 arkadaşımla birlikte ODTÜ Stadyumu’nun tribünlerine bir yazı yazdık. Devasa boyutlarda ‘Devrim’ yazısıydı. Yazanlardan Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idam edildi, Alpaslan Özdoğu çatışmada öldürüldü. Taylan Özgür de öldürülen arkadaşlarımızdan biriydi. Hüseyin İnan getirmişti boyayı. Sildiler olmadı, boyadılar olmadı, betonu traşladılar, ne yaptılarsa çıkmadı. Bahsettiğim arkadaşlarla Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nu (THKO) kurduk daha sonra. Bizde duvara yazı yazanlar öldürülür, en azından bir dönem böyleydi. Çok sayıda arkadaşımız duvar yazısı yazarken öldürüldü. Her dönemin kendi mücadele yöntemleri ve araçları vardır. Şu anda yok; ancak yakın bir gelecekte yine olabilir. Şimdi olmaması bir tarafın, kendisini devrimci olarak ifade edenlerin, henüz görece zayıflığıdır. Belki bir tarafın da böyle araçlara ihtiyaç duymayacak kadar kendisini güçlü hissetmesidir. Öte yandan toplumdaki depolitizasyonla da ilgili bu.

Tutuklananların yarısı yazıdan yargılandı

İbrahim Aydın (ÖDP PM üyesi): Bu, verilmek istenen mesajın sokaklarda yaşatılması ile ilgiliydi, ekonomikti, aynı zamanda bir eylem niteliği vardı. Duvarlara yazı yazmak suçtu, yoğun jandarma ve polis baskısı altında yapılırdı. Onlardan kaçmaya çalışarak gerçekleştirirdik. Her yazı yazmada polisle çatışma çıkardı. Devrimci Yol’un amblemini herkes çizemezdi. Bunun için özel bir beceri gerekirdi. Yazılarda genellikle yağlı boya kullanırdık. Boyaları kendi harçlıklarımızla alırdık. Kireç de kullandık, kireç erken çıkardı, kolay kapatılırdı. Daha özel bir yazı yazacaksak yağlı boyayı tercih ederdik. Daha fazla zaman ve daha fazla güvenlik gerekiyordu. Polisle çatışırdık genelde, çünkü Artvin’de karşı örgütler pek yoktu. Devrimci Yol davası’nda binin üzerinde kişi yargılanıyordu. Yarısının suçu duvarlara yazı yazmaktı. Daha çok, “Kahrolsun faşizm”, “tek yol devrim”, “üreten biziz yöneten de biz olacağız”, “söz, yetki, karar, iktidar halka”, “Oligarşi mezara, halk iktidara” sloganlarını yazardık.




Gönderenin notu: Acaba gençler cidden duvara karşımı.Yakında çevremde gördüğüm siyasi duvar yazılarının fotoğraflarını da yayınlayacağım.

Düzenleme: Bi kaç foto ekliyorum.belki daha fazla çekersem bununla ilgili bir foto sitesi de yapabilirim.



Salı, Ocak 29, 2008

Toplumcu Anayasa



Pazartesi, Ocak 21, 2008

MEHMET SaiT ASIL ADIM

MEHMET SAIT ASIL ADIM

Mehmet Sait asıl adım
Yırtıcı kuş adın aldım
Bir atılgan şahin oldum

Yuva tuttum yüceleri


Çapalı'ya otağ kurdum
"Beri hay"la gelir ordum
Dört cephede cenge girdim
Duman ettim niceleri

Umut fidanını diktim
Kan olup köküne aktım
Karanlığa yıldız ektim
Siperlerde geceleri



Altıbin alyıldız aktı
Bizim şafak böyle söktü
şehitlere ağıt yaktı
Suna boylu bacıları

Kurtuluş Savaşı'nın komutanlarından birisidir
Mehmet Sait. şAHıN BEY olarak da bilinir. Antep'lidir, birinci
paylaşım savaşı yıllarında Osmanlı ordusu
saflarında Arabistan cephesinde, Yemen'de
savaşmıştır. Savaş sonrasında Antep'e
dönmüş ıngiliz, Fransız, ıtalyan ve Yunan işgali
başlayınca Antep'te küçük milis kuvvetleri örgütlemeye
başlamıştır. Kısa bir süre sonra bu milis
gruplarını birleştirip cephe açmaya başlamış
ve onların komutanlığını yapmıştır.
1920 yılında oluşturduğu bu birliklerle Fransız
birliklerine Kilis yolu hattında defalarca vurmuş ve geri
çekilmiştir. şehirdeki işgalcilere erzak taşıyan
işgalci katarları Kızılburun'da geri çekilmeye
zorlamıştır, Mehmet Sait'in bu baskınları sonucu
şehirdeki işgalciler sıkışmış ve
yardım alamaz duruma gelmiştir. Antep halkı da böyle bir
durumu direnişin lehine kullanmak için işgale karşı
genel ayaklanma çalışmaları yapmaya
başlamıştır.

Olası ayaklanmayı bastırmak için Kilis'te bulunan
Fransız garnizonu üç piyade alayı, ikiyüz süvari, bir topçu
bataryası, dört tank ve birçok ağır makineli-mitralyözden
oluşan bir birliği Antep'e göndermeye karar vermiştir.
Mehmet Sait, yanına Karayılan ve Boynaoğlu'nu da alarak bir
savunma cephesi kurmaya başlamış, ama bu komutanlar,
Kızılburun'daki ilk saldırıda geri çekilmek zorunda
kalmıştır.

Birliklerini Kertil yamaçlarına çeken Mehmet Sait daha sonra yer
değiştirerek Bostancık değirmenine geçmiştir.
Burada cephe açılmış ve merkeze Mehmet Sait, kanatlardan
birisine Karayılan, öbür yana da Boynaoğlu geçmiştir.
Fransız yoğun ateşinin altında sağ ve sol kanatlar
hızla çökmüş ve kanat komutanları cepheyi daha sağlam
bir şekilde geride kurmak için çekilmek zorunda
kalmışlardır.
Mehmet Sait, kendilerinin de çekilmeleri gerektiğini söyleyen
arkadaşlarıyla kısa bir değerlendirme yapmış,
hızla çekilme önerisini redderek ölene kadar çatışma
kararı almıştır.

Mehmet Sait şöyle der o gün savaşçılarına: "ben
Antepliler'e söz verdim, benim ölü bedenimi çiğnemeden düşman bu
köprüden geçmeyecek, ben nasıl olur da sözümden dönerim?".
Bütün birlik cephede komutanıyla birlikte kalır. Elmalı
köprüsünü zorlayan Fransız işgalcileri saatler süren direniş
nedeniyle oldukları yerden bir adım bile atamazlar. Mehmet Sait,
cephanesi bitene kadar siperde çatışır. Cephanesi bitince de
savaşçılarına "süngü tak" komutu vererek kendisi en önde
köprüye doğru koşar ve kendisinden onlarca kat daha
donanımlı düşmanla yüzyüze çatışmaya başlar.
Mehmet Sait, orada onlarca savaşçısı ile birlikte şehit
olur.

"Elmalı köprüsünde
düşmanı yoram dedim
Balaban boğazında
başına vuram dedim
çift kanadım kırılınca
dört bir yanım sarılınca
yürüdüm üstüne ateşin
tutuştum şahince
bağrıma batınca süngü
kanımda eridi sanki
düştüm şahince

Dostlar bağlayalım sözü
biz şehidiz antep gazi
gönüllere gömün bizi gömün bizi"

(şiir: Ozan Telli)

edit: bu vidyolar konu ile alakası açısından eklenmiştir.


Cumartesi, Aralık 22, 2007

Türkiye Komünist Partisi - TKP - SINIR ÖTESİ OPERASYON UTANÇ VERİCİ

Hava Kuvvetleri'ne bağlı jetlerin Kuzey Irak'ta gerçekleştirdiği saldırılar, ABD'nin bölge ve Türkiye üzerindeki egemenliğini artırmaktan, Kürt sorununu daha da çözümsüz hale getirmekten başka bir şeye yaramamıştır. Saldırıların kararını alan, uygulatan ABD'dir. Saldırılarda kullanılan teknoloji ABD'ye aittir. Saldırılara Iraklı Kürt liderlerden gelen göstermelik tepki de ABD kaynaklıdır.Saldırı Türkiyeli bir çözümü daha güç hale getirmiştir. Öte yandan Kürt sorununun ABD planları doğrultusunda ülkemizin emperyalist projelere daha da açık hale getirilmesi ve giderek parçalanması için daha etkili bir biçimde kullanıldığı görülmektedir.TKP ortak bir kadere sahip olan Türkleri ve Kürtleri olayların bütünlüğüne bakmaya, inisiyatifi ABD'den almak için Türkiye'deki ve bölgedeki bütün işbirlikçilere karşı harekete geçmeye çağırmaktadır. Kürtlerin özgürlüğü ABD'den gelmeyeceği gibi, Kürt sorununun çözümü de ABD'den gelmeyecektir. Türkiye Komünist Partisi, Amerikancı politikacı ve generallerin, Kuzey Irak'taki operasyonları Türkiye'nin egemenliğinin ve gücünün kanıtı olarak sunma girişimlerini utanç verici olarak değerlendirmektedir.Kürt sorunu, aynı zamanda Türkiye'nin bağımsızlığı sorunudur. AKP hükümeti ve onun destekçileri Türkiye'nin bağımlılığını pekiştirmekten başka bir şey yapmayarak, Kürt sorununu daha da çözümsüz hale getirmektedirler.Türkiye'nin birliği, ABD sayesinde değil ABD'ye karşı sağlanacaktır. Hükümetin ve generallerin kamuoyunu aldattığı konu tam da budur.

Türkiye Komünist Partisi; Siyasi Komite

Çarşamba, Aralık 12, 2007

Latin Amerika

Latin Amerikanın devrimci, sosyalist önderleri ve sanatçıları

Salı, Kasım 20, 2007

Nazım Hikmetin- Menderes'e Yazdığı Şiir

Tayyip Erdoğan’a "Lübnan tezkeresi" için tepki olmuştu. Peki Adnan Menderes’e, Kore Tezkeresi için ne tepki gelmişti. İşte Nazım Hikmet’in yazdığı çok ağır şiir...
Nâzım Hikmet’in, Kore’ye asker gönderen Adnan Menderes hakkında
25.6.1959’da yazdığı şiir.


Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey, iki gözünüzle bakarsınız,
iki kurnaz, iki hayın, ve zeytini yağlı iki gözünüzle bakarsınız kürsüden
Meclis’e kibirli kibirli ve topraklarına çiftliklerinizin ve çek defterinize.

Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey, iki elinizle okşarsınız, iki
tombul, iki ak, vıcık vıcık terli iki elinizle okşarsınız pomadlı
saçlarınızı, dövizlerinizi, ve memelerini metreslerinizin iki
bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey, iki bacağınız taşır geniş
kalçalarınızı, iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower’in, ve bütün
kaygınız iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri halkın tekmesinden korumaktır.

Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.

Beni, üniversiteli yedek subayı,
Kore’de harcadınız, Adnan Bey.

Elleriniz itti beni ölüme, vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan ve ben al kan içinde ölürken çığlığımı duymamanız için kaçırdı bacaklarınız sizi arabanıza
bindirip.

Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey, ölüler otomobilden hızlı gider, kör gözlerim, kopuk ellerim, kesik bacaklarımla peşinizdeyim.

Diyetimi istiyorum Adnan Bey, göze göz, ele el, bacağa bacak, diyetimi istiyorum, alacağım da."




Nazım Hikmetin diğer şiirleri için
http://rapidshare.com/files/71015529/NazimHikmet.pdf.html

Geleceği yitirmek

Tevfik Çavdar (12 Şubat 2007, Pazartesi) www.sol.org.tr

Son günlerde peş peşe gelen şiddet olayları medyamızın bazı iyi niyetli kalemlerince Türkiye’nin önüne yığınlarının dört elle sarılacağı bir projesi olmadığı şeklinde özetlenebilecek yorumlarla açıklanmaya çalışıldı. Bu yaklaşımın doğru olan yanı günümüz Türkiyesi’nde insanların bağlanabilecekleri bir umutları olmadığı gerçeğidir. Hem toplumsal, hem de bireysel yarınlarımızı yitirmiş durumdayız. Yirmi yaş altı nüfusun 40 milyona yaklaştığı ülkemizde kanser gibi, ölümcül bir hastalık gibi, bu yarınsızlık tüm ufkumuzu karartmaktadır. Hastalığı teşhis etmek kolaydır. Asıl zor olan bu yıkımı hazırlayan virüsü bulmakta yatmaktadır. Bizler 1930’lu, 1940’lı yıllarda bilirdik ilkokuldan sonra ortaokula, liseye gideceğimizi; soranlara güvenle ileride hangi mesleği seçeceğimizi de hiçbir kuşkuya düşmeden söyleyebilirdik. Şimdilerde 8 yıllık ilköğretimi bitiren öğrenci, ortaöğretime devam edilebileceğini dahi söyleyemiyor. Çünkü önünde OKS denilen bir sınav aşaması var. Dershaneye gitmediyse, özel ders almadıysa bu sınavı başarma umudu hiç yok. İnsan olarak sahip olmamız gereken tüm güvencelerimizi yitirmiş durumdayız. Hiç kızmayın genç kuşaklara. Onların böylesine güvensiz bir ortamda tek güvenceyi Polat Alemdar’larda aramalarından daha doğal bir şey olamaz. “Köşeyi dönme” yaklaşımının en yetkili ağızlardan idealize edildiği bu düzen de mafyalaşımcı, eli tabancalı çözüm arama, gemisini kurtaran kaptan olma özdeyişleriyle pompalanmış toplumsal ve bireysel şiddet tek umar olarak görülmektedir. İnsanlar yaşam boyu gereksinme duydukları tüm güvencelerini yitirmiş durumdalar. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” şiarının egemen olduğu bir düzende geçerli kural “orman yasaları”dır. Güçlü olan kazanır. Güçlü daima haklıdır. Güçlü her durumda kendi güvencesini sağlar. Güç bu düzende sahip olduğun paradır, birikimini ifade eden servettir. Bir zamanlar liberal iktisat öğretisinin adını ne güzel koymuş Osmanlı: İlm-i Servet. Bakmayın sonradan Cavid Bey kitabını “İlm-i İktisat” diye adlandırmış. Amaç değişmemiştir: Bireysel serveti yakalamak. Unutmayalım, ekonomi anlamına kullanılan iktisat sözcük olarak “tasarruf” gibi kullanılırsa da, asıl anlamı kazançların birikiminden servete ulaşmaktır. Bu düzen de servet her türlü güvencenin kapısını açar. Yani insanın, insan olmaktan kaynaklanan haklarını “servet” güvence altına alır. Şöyle bir gözden geçirelim insan olmaktan doğan, hakkımız olan güvenceleri: Yaşama güvencesi: Bu en temel hakkın, yaşama hakkının güvence altına alınmasıdır. Yeni doğan bebek doğumundan itibaren bu güvenceye sahip olmalıdır. 0-5 yaş grubundaki ölümlerin dünyada ilk sıralarını alan ülkemizde böyle bir güvenceden söz edebilir misiniz? Köylerde, kent ve kasabaların varoşlarında çöplüklerden atılmış gıda ürünlerinin toplandığı Türkiye’de yaşam güvencesinden kim bahsedebilir? Sağlık hizmetlerinin metalaştığı bir toplumda yaşam güvencesi var denebilir mi? Bırakınız Türkiye’yi, 750 milyarı aşan silahlanma ve savunma bütçesini karşılayabilmek için sağlık ve benzeri harcamaları kısan ABD’de yaşam güvencesi var mı sayacağız? Evet bu hak ancak belirli düzeyin üstündeki servet sahipleri için mevcuttur. Afrika, Güney Amerika, Asya ve Avrupa yoksullarına böyle bir hak tanınmamıştır. Eğitim güvencesi: Bir çok ülkenin anayasasında (Türkiye de dahil) eğitim ve öğrenme hakkının insanın doğumdan ölüme kadar temel hakkı olduğu ifade edilir. Fakat bunun güvencesi yoktur. Var olan kapitalist düzende bu hakkı güvence altına alacak hiçbir tedbir alınmamaktadır. Her şey piyasaya bırakılmıştır. Eğitimde fırsat eşitliği güvence altına alınmamıştır. Yapılan sınavlar bu durumu tüm açıklığıyla sergilemektedir. ABD’de bu durum daha keskindir. Üniversite ve kolejler yüksek paralar ödeyebilenlere açıktır. Çalışma güvencesi: Bu düzende sadece yasalarda yer almaktadır. İnsanların çalışma hakkı ayaklar altındadır. Evresel kapitalizmin kapısını çaldığı ülkelerde böyle bir hak yoktur ki güvence altına alınsın. ABD’den AB’ye kadar bütün ülkelerde işsizlik en büyük sorun olarak öne çıkıyor. Mevcut ekonomi düzeninde, dünyaya egemen şirketler emek maliyetlerini düşürebilmek için yığınsal işsiz ordusuna gereksinim duydukları sürece işsizlik sorunu çözümlenemeyecek, çalışma hakkı güvence altına alınmayacaktır. Yaşlılığa, açlığa karşı güvence: Emeklilik artık piyasa ya bırakılmak üzeredir. Yakında sosyal güvenlik ve emeklilik konusu kamu hizmetlerinin dışına çıkarılacaktır. Tıp insanın ömrünü uzatma başarısı gösterirken piyasaya bağlı sağlık ve emeklilik kurumları bu ömrü kısaltma yolunu aramaktadır. Tüm bu haklar ve güvenceler artık sermayeye bağımlı liberal düzenin insafına bırakılmıştır. Bunların da ötesinde ezilenler, uzayan bir korku tünelinin içinde yürümek ve yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Korku ve şiddet “bırakınız yapsınlar” yaklaşımının ayrılmaz bir parçasıdır. İşsiz olmak, hasta olmak, yaşlılıkta umarsız kalmak vb. gibi korkuların yanı sıra kentlerdeki her köşe korkunun gölgesindedir. Gasp, kapkaç, barlarda şiddet, okuldan mahalleye kadar çetelerin saldığı sindirme duygusu bir salgın hastalık gibi bizleri çevreliyor. Tam kırk yıl önce ABD’ye gittiğimde yetkililerin bize verdiği öğüt, “belli saatlerden sonra sokağa çıkmayın, gece parklarda dolaşmayın” olmuştu. Gündüz, saat on sularında, Beyaz Saray’ın karşısındaki La Fayatte parkın da iri yarı bir sarhoşun benden zorla 1 dolar dilendiğini anımsıyorum. Geceleri Washington gibi kentler niye boşalır? Ve banliyö siteleri niye çığ gibi çoğalıyor? Bunun yanıtını her gün medyada pembe tablo çizen iktisatçıların vermesini bekleyeceğiz. “Türkiye filan firmanın üretim üssü oldu”, “Türkiye’ye giren sıcak para şu kadar arttı” gibi haberlerin arkasında büyük yağma gizlenmektedir. Son beş yılda Türk halkı 184 milyar dolar borç faizi ödemiştir.
Bu para kamu da kalsaydı bakın neler yapılabilirdi:
2,5 milyon fakir aileye 15 yıl boyunca aylık 405 YTL (31,6 milyar dolar)
GAP’ın bitirilmesi (16,0 milyar dolar)
10 bin kilometre demiryolu (30,0 milyar dolar)
3 bin kilometre otoyol (27,0 milyar dolar)
2 milyon modern konut (42,8 milyar dolar)
5 adet Atatürk Barajı (15,0 milyar dolar)
400 kilometre metro hattı (16,0 milyar dolar)
3 adet Boğaz Köprüsü (1,2 milyar dolar)
Bu harcamalardan sonra geriye de 4,7 milyar dolar kalıyor. İşte Türkiye’nin korku tüneli bu fedakârlıklarla inşa ediliyor. Bu tünelin ucu görülmüyor. İnsanlar çaresiz. Tünelin ucu görülmüyor ki yarınlarını düşlesinler. “Başka bir dünya var” belgisini şöyle tamamlamadan tünelin sonuna erişemeyiz: “Başka bir düzen var, o da sosyalizm.


Pazartesi, Ekim 08, 2007

Kapitalizmin Alacakaranlığı



20 günü geçkin süredir bir araştırma dolayısıyla İstanbul’da mülakatlar yürütmekteyim. Araştırma “firma elitinin bürokrasi ve devlet algısı” başlığını taşıyor. Özel sektörde üst düzey yöneticiler, kendi moda deyimleriyle CEO konumunda çalışan kişilerle görüşmeler yapıp devlete ve bürokrasiye bakışlarını, 1980 sonrası devlet ve bürokrasideki dönüşümü nasıl kodladıklarını anlamaya çalışıyorum.
Bu çerçevede ilk olarak Koç Grubu, Boyner Holding, Zorlu Holding, Mavi Jeans gibi firmaların yöneticileriyle görüşmeyi hedefledim. Bu firmaları seçmemdeki amaç, daha önce soL sayfalarında da tartıştığım bir eğilimin parçası olmaları dolayısıylaydı. Bu firmalar, son yıllarda Avrupa’ya kendi markalarıyla satış yapan başarı timsali yeni üretim “devleri” olarak sunulmakta, Türkiye’nin aydınlık geleceğinin garantisi olarak gösterilmektedirler. Bu firma yöneticilerinin devlet algısının daha güvenli bir yönetici kesimin bakış açısını yansıtacağını ve bu sayede daha net sonuçlara ulaşacağımı düşündüğümden ilk etapta bu firmalara yöneldim.
Çok sağlam bağlantılarla başvurular yapmama rağmen, hemen hiç birisine yaklaşmam bile mümkün olmadı. Boyner’in yönetim biriminin bulunduğu “Plaza”nın kapısına gittim, bırakın yukarı çıkmayı, istediğim kişiyle telefonla bile görüştürülmedim. Sanırım Genelkurmay Başkanlığı bile bu kadar sıkı tedbirlerle korunmamaktadır. E-posta yollamamı, derdimi bu yolla anlatmamı önerdiler. Biraz çabaladıktan sonra telefonuna ulaşabildiğim bir “insan kaymakları yöneticisi” küstah bir ses tonuyla beni adeta terslercesine, Boyner Holding’in felsefesinin devletle işbirliği yapmamak olduğunu, üniversitelerden benden başka da bir çok kişinin araştırma talebinde bulunduğunu ancak buna sıcak bakmadıklarını çok net biçimde ifade etti. Mavi Jeans ve Zorlu grubunda yönetici konumunda birkaç kişiye ulaştım. Güven veren bir ses tonuyla çalışmamı yürütmem için firma yönetim kuruluna öneride bulunacaklarını ve beni mutlaka arayacaklarını söylediler, ancak “asla” aramadılar. Koç Grubu’na ulaşmak için üst düzeyde birisi ile görüştüm. O da başka yönetici arkadaşlarından rica etti. Ama rica etmeden önce de bana Koç Grubu’yla ilgili olarak, “Herkes gölgesinden korkar. Olumlu bir yanıt geleceğini hiç sanmıyorum. Koç’a girmek neredeyse imkansızdır” dedi. Koç Grubu ile görüşemedim ama internet üzerinden gönderdiğim 3 adet anketi doldurtmayı becerdim.
Bu şirketlerin bulunduğu plazalar inanılmaz güvenlik tedbirleriyle korunmakta. Adeta içeriye sinek uçurulmamaktadır. Kapıdan girmeyi becerseniz bile öyle içeride elinizi kolunuzu sallayarak dolaşmanız imkan dahilinde değildir. Her gelen kişi girişte bir süre bekletilmekte, biraz sonra bir refakatçi gelmekte ve ziyaretçi ancak bu refakatçi aracılığıyla gideceği yere ulaşabilmekte, aynı bina içerisinde hatta aynı katta bile gideceği yerden başka bir yere de geçememektedir. Her büronun girişinde elektronik bir okuyucu göz bulunmakta, refakatçi kendi özel kartını bu göze okutarak kapıyı açabilmekte, dolayısıyla siz de içeriye ancak bu yolla girebilmektesiniz. Size verilen kart ise genellikle hiç bir kapıyı açamamakta, sadece kapıda verdiğiniz kimliğin takibini sağlamaktadır. Üstelik gelen refakatçilerin veya holdinglerde çalışanların kartları da ya sınırlı sayıda büronun ya da sadece kendi bürolarının kapılarını açmaktadır. Holding sahibi kişilerin bulunduğu kata kimse çıkamamakta, bu kişilerin asansörleri bile ayrı olmakta, bu kişiler plazalara ulaştıklarında çevrede kimsenin bulunmamasına özen gösterilmektedir.
Holywood filmlerinden fırlamış, “ay üssü alfa” görünümlü bu plazalarda, kendi çalışanlarına olan güven bile inanılmaz düzeyde düşük, hatta neredeyse yoktur. Üstelik aynı özel sektörümüz devleti, “ceberrutlukla”, “şeffaf olmamakla” suçlayadursun, her şeyden kuşku duymakta, herkese kapılarını kapatmaktadır.
Oysa 1999 yılında, henüz araştırma görevlisiyken, Boyner Grubu’na ait Altınyıldız fabrikasında bir ayı geçkin süre araştırma yapmış, hemen her gün rahatlıkla fabrikaya girip çıkmış, herkesle görüşmüş, Zorlu’nun Denizli’deki fabrikasında görüşmeler yapmış, hatta Hacı Mehmet Zorlu ile Babadağ’da 2 saate yakın bürosunda sohbet etmiştim. Ne oldu da böyle oldu?
Siz isterseniz kapalı kapıların ardındaki şirketlerimizin, aslında varolmayan ticari sırlarını korumak kaygısında olduğunu düşünedurun, aslında bu kaleler büyük holding patronlarımızın canlarını korumak için kurulmaktadır. Patronlar “Ömer Sabancı olmaktan” korkuyorlar. Herkesten kuşku duyan, herkesi müstakbel katil olarak gören bu anlayış, en yakın çalışanları dahil, hiç kimseye güvenmiyor. Sadece büyük sermayedar da değil, biraz parası olan hemen herkes güvenlik tedbirleri yüksek sitelerde yaşamayı tercih ediyor. Halkı işsizliğe mahkum edip, hırsızlığı, mafyatik ilişkileri ülkemizde kurumsallaştıranlar, aynı zamanda da kendi can dertlerine düşmüşlerdir. Kapitalizmin trajedisi böyle bir şeydir. Nietzsche, Putların Alacakaranlığı isimli kitabında filozofun trajedisini göstermek için önce sorar sonra da yanıtlar: “Bir eşek trajik olabilir mi? Ne taşıyabildiği ne de bırakabildiği bir yükün altında ezilmek! .. ”. Görünen o ki, “kapitalizmin alacakaranlığı” da aynı trajik eşeklerin diyarında yaşanmaktadır.
Kapitalist kalelerin duvarlarını her geçen gün yükselten dinamik, elbette sadece korkudan kaynaklanmıyor! Elbet saklamaya çalıştıkları önemli şeyler de var! Ticari sırlarını değil ama başarı diye sunduklarının altında yatan şeyin aslında “uluslararası sermaye taşeronluğu” olduğunu, başarı diye sundukları şeyin aslında dünyanın çeşitli yerlerinden topladıkları parçaları monte etmekten öte birşey olmadığını, büyük finansal oyuncu olarak paradan para kazanmakla iştigal ettiklerini, bu yüzden de ciddi anlamda bir istihdam yaratma kaygısı asla taşımadıklarını, krizlerden kârla çıkmak için çevirdikleri dalavereleri saklamaya çalışıyorlar. Yoksa ne ciddi bir araştırma ne de ciddi bir geliştirme faaliyeti içerisinde değiller ki icatlarını, teknolojik buluşlarını saklasınlar! Kendilerini kale duvarlarının içerisine saklayarak kendi yarattıkları balon sönmesin diye çabalayıp duruyorlar.
Sermaye bugün Türkiye’de can çekişiyor mu bilmem ama çok korkuyor. Kendi yarattığı canavardan, bu ülkenin insanından çok korkuyor.
dikmen@poltics.ankara.edu.tr
http://www.sol.org.tr/index.php?yazino=14780