Cumartesi, Aralık 22, 2007

Türkiye Komünist Partisi - TKP - SINIR ÖTESİ OPERASYON UTANÇ VERİCİ

Hava Kuvvetleri'ne bağlı jetlerin Kuzey Irak'ta gerçekleştirdiği saldırılar, ABD'nin bölge ve Türkiye üzerindeki egemenliğini artırmaktan, Kürt sorununu daha da çözümsüz hale getirmekten başka bir şeye yaramamıştır. Saldırıların kararını alan, uygulatan ABD'dir. Saldırılarda kullanılan teknoloji ABD'ye aittir. Saldırılara Iraklı Kürt liderlerden gelen göstermelik tepki de ABD kaynaklıdır.Saldırı Türkiyeli bir çözümü daha güç hale getirmiştir. Öte yandan Kürt sorununun ABD planları doğrultusunda ülkemizin emperyalist projelere daha da açık hale getirilmesi ve giderek parçalanması için daha etkili bir biçimde kullanıldığı görülmektedir.TKP ortak bir kadere sahip olan Türkleri ve Kürtleri olayların bütünlüğüne bakmaya, inisiyatifi ABD'den almak için Türkiye'deki ve bölgedeki bütün işbirlikçilere karşı harekete geçmeye çağırmaktadır. Kürtlerin özgürlüğü ABD'den gelmeyeceği gibi, Kürt sorununun çözümü de ABD'den gelmeyecektir. Türkiye Komünist Partisi, Amerikancı politikacı ve generallerin, Kuzey Irak'taki operasyonları Türkiye'nin egemenliğinin ve gücünün kanıtı olarak sunma girişimlerini utanç verici olarak değerlendirmektedir.Kürt sorunu, aynı zamanda Türkiye'nin bağımsızlığı sorunudur. AKP hükümeti ve onun destekçileri Türkiye'nin bağımlılığını pekiştirmekten başka bir şey yapmayarak, Kürt sorununu daha da çözümsüz hale getirmektedirler.Türkiye'nin birliği, ABD sayesinde değil ABD'ye karşı sağlanacaktır. Hükümetin ve generallerin kamuoyunu aldattığı konu tam da budur.

Türkiye Komünist Partisi; Siyasi Komite

Çarşamba, Aralık 12, 2007

Latin Amerika

Latin Amerikanın devrimci, sosyalist önderleri ve sanatçıları

Salı, Kasım 20, 2007

Nazım Hikmetin- Menderes'e Yazdığı Şiir

Tayyip Erdoğan’a "Lübnan tezkeresi" için tepki olmuştu. Peki Adnan Menderes’e, Kore Tezkeresi için ne tepki gelmişti. İşte Nazım Hikmet’in yazdığı çok ağır şiir...
Nâzım Hikmet’in, Kore’ye asker gönderen Adnan Menderes hakkında
25.6.1959’da yazdığı şiir.


Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey, iki gözünüzle bakarsınız,
iki kurnaz, iki hayın, ve zeytini yağlı iki gözünüzle bakarsınız kürsüden
Meclis’e kibirli kibirli ve topraklarına çiftliklerinizin ve çek defterinize.

Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey, iki elinizle okşarsınız, iki
tombul, iki ak, vıcık vıcık terli iki elinizle okşarsınız pomadlı
saçlarınızı, dövizlerinizi, ve memelerini metreslerinizin iki
bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey, iki bacağınız taşır geniş
kalçalarınızı, iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower’in, ve bütün
kaygınız iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri halkın tekmesinden korumaktır.

Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.

Beni, üniversiteli yedek subayı,
Kore’de harcadınız, Adnan Bey.

Elleriniz itti beni ölüme, vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan ve ben al kan içinde ölürken çığlığımı duymamanız için kaçırdı bacaklarınız sizi arabanıza
bindirip.

Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey, ölüler otomobilden hızlı gider, kör gözlerim, kopuk ellerim, kesik bacaklarımla peşinizdeyim.

Diyetimi istiyorum Adnan Bey, göze göz, ele el, bacağa bacak, diyetimi istiyorum, alacağım da."




Nazım Hikmetin diğer şiirleri için
http://rapidshare.com/files/71015529/NazimHikmet.pdf.html

Geleceği yitirmek

Tevfik Çavdar (12 Şubat 2007, Pazartesi) www.sol.org.tr

Son günlerde peş peşe gelen şiddet olayları medyamızın bazı iyi niyetli kalemlerince Türkiye’nin önüne yığınlarının dört elle sarılacağı bir projesi olmadığı şeklinde özetlenebilecek yorumlarla açıklanmaya çalışıldı. Bu yaklaşımın doğru olan yanı günümüz Türkiyesi’nde insanların bağlanabilecekleri bir umutları olmadığı gerçeğidir. Hem toplumsal, hem de bireysel yarınlarımızı yitirmiş durumdayız. Yirmi yaş altı nüfusun 40 milyona yaklaştığı ülkemizde kanser gibi, ölümcül bir hastalık gibi, bu yarınsızlık tüm ufkumuzu karartmaktadır. Hastalığı teşhis etmek kolaydır. Asıl zor olan bu yıkımı hazırlayan virüsü bulmakta yatmaktadır. Bizler 1930’lu, 1940’lı yıllarda bilirdik ilkokuldan sonra ortaokula, liseye gideceğimizi; soranlara güvenle ileride hangi mesleği seçeceğimizi de hiçbir kuşkuya düşmeden söyleyebilirdik. Şimdilerde 8 yıllık ilköğretimi bitiren öğrenci, ortaöğretime devam edilebileceğini dahi söyleyemiyor. Çünkü önünde OKS denilen bir sınav aşaması var. Dershaneye gitmediyse, özel ders almadıysa bu sınavı başarma umudu hiç yok. İnsan olarak sahip olmamız gereken tüm güvencelerimizi yitirmiş durumdayız. Hiç kızmayın genç kuşaklara. Onların böylesine güvensiz bir ortamda tek güvenceyi Polat Alemdar’larda aramalarından daha doğal bir şey olamaz. “Köşeyi dönme” yaklaşımının en yetkili ağızlardan idealize edildiği bu düzen de mafyalaşımcı, eli tabancalı çözüm arama, gemisini kurtaran kaptan olma özdeyişleriyle pompalanmış toplumsal ve bireysel şiddet tek umar olarak görülmektedir. İnsanlar yaşam boyu gereksinme duydukları tüm güvencelerini yitirmiş durumdalar. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” şiarının egemen olduğu bir düzende geçerli kural “orman yasaları”dır. Güçlü olan kazanır. Güçlü daima haklıdır. Güçlü her durumda kendi güvencesini sağlar. Güç bu düzende sahip olduğun paradır, birikimini ifade eden servettir. Bir zamanlar liberal iktisat öğretisinin adını ne güzel koymuş Osmanlı: İlm-i Servet. Bakmayın sonradan Cavid Bey kitabını “İlm-i İktisat” diye adlandırmış. Amaç değişmemiştir: Bireysel serveti yakalamak. Unutmayalım, ekonomi anlamına kullanılan iktisat sözcük olarak “tasarruf” gibi kullanılırsa da, asıl anlamı kazançların birikiminden servete ulaşmaktır. Bu düzen de servet her türlü güvencenin kapısını açar. Yani insanın, insan olmaktan kaynaklanan haklarını “servet” güvence altına alır. Şöyle bir gözden geçirelim insan olmaktan doğan, hakkımız olan güvenceleri: Yaşama güvencesi: Bu en temel hakkın, yaşama hakkının güvence altına alınmasıdır. Yeni doğan bebek doğumundan itibaren bu güvenceye sahip olmalıdır. 0-5 yaş grubundaki ölümlerin dünyada ilk sıralarını alan ülkemizde böyle bir güvenceden söz edebilir misiniz? Köylerde, kent ve kasabaların varoşlarında çöplüklerden atılmış gıda ürünlerinin toplandığı Türkiye’de yaşam güvencesinden kim bahsedebilir? Sağlık hizmetlerinin metalaştığı bir toplumda yaşam güvencesi var denebilir mi? Bırakınız Türkiye’yi, 750 milyarı aşan silahlanma ve savunma bütçesini karşılayabilmek için sağlık ve benzeri harcamaları kısan ABD’de yaşam güvencesi var mı sayacağız? Evet bu hak ancak belirli düzeyin üstündeki servet sahipleri için mevcuttur. Afrika, Güney Amerika, Asya ve Avrupa yoksullarına böyle bir hak tanınmamıştır. Eğitim güvencesi: Bir çok ülkenin anayasasında (Türkiye de dahil) eğitim ve öğrenme hakkının insanın doğumdan ölüme kadar temel hakkı olduğu ifade edilir. Fakat bunun güvencesi yoktur. Var olan kapitalist düzende bu hakkı güvence altına alacak hiçbir tedbir alınmamaktadır. Her şey piyasaya bırakılmıştır. Eğitimde fırsat eşitliği güvence altına alınmamıştır. Yapılan sınavlar bu durumu tüm açıklığıyla sergilemektedir. ABD’de bu durum daha keskindir. Üniversite ve kolejler yüksek paralar ödeyebilenlere açıktır. Çalışma güvencesi: Bu düzende sadece yasalarda yer almaktadır. İnsanların çalışma hakkı ayaklar altındadır. Evresel kapitalizmin kapısını çaldığı ülkelerde böyle bir hak yoktur ki güvence altına alınsın. ABD’den AB’ye kadar bütün ülkelerde işsizlik en büyük sorun olarak öne çıkıyor. Mevcut ekonomi düzeninde, dünyaya egemen şirketler emek maliyetlerini düşürebilmek için yığınsal işsiz ordusuna gereksinim duydukları sürece işsizlik sorunu çözümlenemeyecek, çalışma hakkı güvence altına alınmayacaktır. Yaşlılığa, açlığa karşı güvence: Emeklilik artık piyasa ya bırakılmak üzeredir. Yakında sosyal güvenlik ve emeklilik konusu kamu hizmetlerinin dışına çıkarılacaktır. Tıp insanın ömrünü uzatma başarısı gösterirken piyasaya bağlı sağlık ve emeklilik kurumları bu ömrü kısaltma yolunu aramaktadır. Tüm bu haklar ve güvenceler artık sermayeye bağımlı liberal düzenin insafına bırakılmıştır. Bunların da ötesinde ezilenler, uzayan bir korku tünelinin içinde yürümek ve yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Korku ve şiddet “bırakınız yapsınlar” yaklaşımının ayrılmaz bir parçasıdır. İşsiz olmak, hasta olmak, yaşlılıkta umarsız kalmak vb. gibi korkuların yanı sıra kentlerdeki her köşe korkunun gölgesindedir. Gasp, kapkaç, barlarda şiddet, okuldan mahalleye kadar çetelerin saldığı sindirme duygusu bir salgın hastalık gibi bizleri çevreliyor. Tam kırk yıl önce ABD’ye gittiğimde yetkililerin bize verdiği öğüt, “belli saatlerden sonra sokağa çıkmayın, gece parklarda dolaşmayın” olmuştu. Gündüz, saat on sularında, Beyaz Saray’ın karşısındaki La Fayatte parkın da iri yarı bir sarhoşun benden zorla 1 dolar dilendiğini anımsıyorum. Geceleri Washington gibi kentler niye boşalır? Ve banliyö siteleri niye çığ gibi çoğalıyor? Bunun yanıtını her gün medyada pembe tablo çizen iktisatçıların vermesini bekleyeceğiz. “Türkiye filan firmanın üretim üssü oldu”, “Türkiye’ye giren sıcak para şu kadar arttı” gibi haberlerin arkasında büyük yağma gizlenmektedir. Son beş yılda Türk halkı 184 milyar dolar borç faizi ödemiştir.
Bu para kamu da kalsaydı bakın neler yapılabilirdi:
2,5 milyon fakir aileye 15 yıl boyunca aylık 405 YTL (31,6 milyar dolar)
GAP’ın bitirilmesi (16,0 milyar dolar)
10 bin kilometre demiryolu (30,0 milyar dolar)
3 bin kilometre otoyol (27,0 milyar dolar)
2 milyon modern konut (42,8 milyar dolar)
5 adet Atatürk Barajı (15,0 milyar dolar)
400 kilometre metro hattı (16,0 milyar dolar)
3 adet Boğaz Köprüsü (1,2 milyar dolar)
Bu harcamalardan sonra geriye de 4,7 milyar dolar kalıyor. İşte Türkiye’nin korku tüneli bu fedakârlıklarla inşa ediliyor. Bu tünelin ucu görülmüyor. İnsanlar çaresiz. Tünelin ucu görülmüyor ki yarınlarını düşlesinler. “Başka bir dünya var” belgisini şöyle tamamlamadan tünelin sonuna erişemeyiz: “Başka bir düzen var, o da sosyalizm.


Pazartesi, Ekim 08, 2007

Kapitalizmin Alacakaranlığı



20 günü geçkin süredir bir araştırma dolayısıyla İstanbul’da mülakatlar yürütmekteyim. Araştırma “firma elitinin bürokrasi ve devlet algısı” başlığını taşıyor. Özel sektörde üst düzey yöneticiler, kendi moda deyimleriyle CEO konumunda çalışan kişilerle görüşmeler yapıp devlete ve bürokrasiye bakışlarını, 1980 sonrası devlet ve bürokrasideki dönüşümü nasıl kodladıklarını anlamaya çalışıyorum.
Bu çerçevede ilk olarak Koç Grubu, Boyner Holding, Zorlu Holding, Mavi Jeans gibi firmaların yöneticileriyle görüşmeyi hedefledim. Bu firmaları seçmemdeki amaç, daha önce soL sayfalarında da tartıştığım bir eğilimin parçası olmaları dolayısıylaydı. Bu firmalar, son yıllarda Avrupa’ya kendi markalarıyla satış yapan başarı timsali yeni üretim “devleri” olarak sunulmakta, Türkiye’nin aydınlık geleceğinin garantisi olarak gösterilmektedirler. Bu firma yöneticilerinin devlet algısının daha güvenli bir yönetici kesimin bakış açısını yansıtacağını ve bu sayede daha net sonuçlara ulaşacağımı düşündüğümden ilk etapta bu firmalara yöneldim.
Çok sağlam bağlantılarla başvurular yapmama rağmen, hemen hiç birisine yaklaşmam bile mümkün olmadı. Boyner’in yönetim biriminin bulunduğu “Plaza”nın kapısına gittim, bırakın yukarı çıkmayı, istediğim kişiyle telefonla bile görüştürülmedim. Sanırım Genelkurmay Başkanlığı bile bu kadar sıkı tedbirlerle korunmamaktadır. E-posta yollamamı, derdimi bu yolla anlatmamı önerdiler. Biraz çabaladıktan sonra telefonuna ulaşabildiğim bir “insan kaymakları yöneticisi” küstah bir ses tonuyla beni adeta terslercesine, Boyner Holding’in felsefesinin devletle işbirliği yapmamak olduğunu, üniversitelerden benden başka da bir çok kişinin araştırma talebinde bulunduğunu ancak buna sıcak bakmadıklarını çok net biçimde ifade etti. Mavi Jeans ve Zorlu grubunda yönetici konumunda birkaç kişiye ulaştım. Güven veren bir ses tonuyla çalışmamı yürütmem için firma yönetim kuruluna öneride bulunacaklarını ve beni mutlaka arayacaklarını söylediler, ancak “asla” aramadılar. Koç Grubu’na ulaşmak için üst düzeyde birisi ile görüştüm. O da başka yönetici arkadaşlarından rica etti. Ama rica etmeden önce de bana Koç Grubu’yla ilgili olarak, “Herkes gölgesinden korkar. Olumlu bir yanıt geleceğini hiç sanmıyorum. Koç’a girmek neredeyse imkansızdır” dedi. Koç Grubu ile görüşemedim ama internet üzerinden gönderdiğim 3 adet anketi doldurtmayı becerdim.
Bu şirketlerin bulunduğu plazalar inanılmaz güvenlik tedbirleriyle korunmakta. Adeta içeriye sinek uçurulmamaktadır. Kapıdan girmeyi becerseniz bile öyle içeride elinizi kolunuzu sallayarak dolaşmanız imkan dahilinde değildir. Her gelen kişi girişte bir süre bekletilmekte, biraz sonra bir refakatçi gelmekte ve ziyaretçi ancak bu refakatçi aracılığıyla gideceği yere ulaşabilmekte, aynı bina içerisinde hatta aynı katta bile gideceği yerden başka bir yere de geçememektedir. Her büronun girişinde elektronik bir okuyucu göz bulunmakta, refakatçi kendi özel kartını bu göze okutarak kapıyı açabilmekte, dolayısıyla siz de içeriye ancak bu yolla girebilmektesiniz. Size verilen kart ise genellikle hiç bir kapıyı açamamakta, sadece kapıda verdiğiniz kimliğin takibini sağlamaktadır. Üstelik gelen refakatçilerin veya holdinglerde çalışanların kartları da ya sınırlı sayıda büronun ya da sadece kendi bürolarının kapılarını açmaktadır. Holding sahibi kişilerin bulunduğu kata kimse çıkamamakta, bu kişilerin asansörleri bile ayrı olmakta, bu kişiler plazalara ulaştıklarında çevrede kimsenin bulunmamasına özen gösterilmektedir.
Holywood filmlerinden fırlamış, “ay üssü alfa” görünümlü bu plazalarda, kendi çalışanlarına olan güven bile inanılmaz düzeyde düşük, hatta neredeyse yoktur. Üstelik aynı özel sektörümüz devleti, “ceberrutlukla”, “şeffaf olmamakla” suçlayadursun, her şeyden kuşku duymakta, herkese kapılarını kapatmaktadır.
Oysa 1999 yılında, henüz araştırma görevlisiyken, Boyner Grubu’na ait Altınyıldız fabrikasında bir ayı geçkin süre araştırma yapmış, hemen her gün rahatlıkla fabrikaya girip çıkmış, herkesle görüşmüş, Zorlu’nun Denizli’deki fabrikasında görüşmeler yapmış, hatta Hacı Mehmet Zorlu ile Babadağ’da 2 saate yakın bürosunda sohbet etmiştim. Ne oldu da böyle oldu?
Siz isterseniz kapalı kapıların ardındaki şirketlerimizin, aslında varolmayan ticari sırlarını korumak kaygısında olduğunu düşünedurun, aslında bu kaleler büyük holding patronlarımızın canlarını korumak için kurulmaktadır. Patronlar “Ömer Sabancı olmaktan” korkuyorlar. Herkesten kuşku duyan, herkesi müstakbel katil olarak gören bu anlayış, en yakın çalışanları dahil, hiç kimseye güvenmiyor. Sadece büyük sermayedar da değil, biraz parası olan hemen herkes güvenlik tedbirleri yüksek sitelerde yaşamayı tercih ediyor. Halkı işsizliğe mahkum edip, hırsızlığı, mafyatik ilişkileri ülkemizde kurumsallaştıranlar, aynı zamanda da kendi can dertlerine düşmüşlerdir. Kapitalizmin trajedisi böyle bir şeydir. Nietzsche, Putların Alacakaranlığı isimli kitabında filozofun trajedisini göstermek için önce sorar sonra da yanıtlar: “Bir eşek trajik olabilir mi? Ne taşıyabildiği ne de bırakabildiği bir yükün altında ezilmek! .. ”. Görünen o ki, “kapitalizmin alacakaranlığı” da aynı trajik eşeklerin diyarında yaşanmaktadır.
Kapitalist kalelerin duvarlarını her geçen gün yükselten dinamik, elbette sadece korkudan kaynaklanmıyor! Elbet saklamaya çalıştıkları önemli şeyler de var! Ticari sırlarını değil ama başarı diye sunduklarının altında yatan şeyin aslında “uluslararası sermaye taşeronluğu” olduğunu, başarı diye sundukları şeyin aslında dünyanın çeşitli yerlerinden topladıkları parçaları monte etmekten öte birşey olmadığını, büyük finansal oyuncu olarak paradan para kazanmakla iştigal ettiklerini, bu yüzden de ciddi anlamda bir istihdam yaratma kaygısı asla taşımadıklarını, krizlerden kârla çıkmak için çevirdikleri dalavereleri saklamaya çalışıyorlar. Yoksa ne ciddi bir araştırma ne de ciddi bir geliştirme faaliyeti içerisinde değiller ki icatlarını, teknolojik buluşlarını saklasınlar! Kendilerini kale duvarlarının içerisine saklayarak kendi yarattıkları balon sönmesin diye çabalayıp duruyorlar.
Sermaye bugün Türkiye’de can çekişiyor mu bilmem ama çok korkuyor. Kendi yarattığı canavardan, bu ülkenin insanından çok korkuyor.
dikmen@poltics.ankara.edu.tr
http://www.sol.org.tr/index.php?yazino=14780

Çarşamba, Mart 07, 2007

Yeraltı nehirleri

Yeraltı nehirleri

YÖK kontrolündeki üniversitelerde en küçük bir solcu harekete karşı gösterilen acımasız tepkiyi nasıl yorumlamalıyız? Sokaklarda toplanan bir avuç solcuya karşılık onların birkaç katı polis kuşatmasını nasıl anlamalıyız? Kamu kurumlarında özellikle son yıllarda yaşanan solcu ve ilerici kıyımını nasıl değerlendirmeliyiz? Bir avuç solcuyu hapishanelerde çürütmek konusundaki inadı ve buna direnenlere karşı gösterilen soğukkanlı umursamazlığı nasıl görmeliyiz? Bu karanlık dönemde, bu çöküş ve kokuşmuş dönemde hala soldan bu kadar korkuyu ve bu korkunun körüklediği terörü nereye oturtmalıyız?

Bu, burjuvazinin sınıf kinidir.

Bu, devletin gericileşmiş olmasının sonucudur.

Bu, toplumun yozlaşmış olmasının sonucudur.

Ve bu, en önemlisi, bizim aktüel gücümüzün zayıflığının ve fakat potansiyel gücümüzün çok olmasının sonucudur.

Solun zayıflamasıyla bu ülkede ahlak kalmamıştır; solun gerilemesiyle bu ülkede bilgi kalmamıştır; solun çekilmesiyle bu ülkede akıl kalmamıştır. Ahlaksız-cahil-aptallaşmış bir toplumun C. Darwin’in o büyük kuramından biliyoruz, “doğal seçilim yasası” gereği varlığını sürdüremeyeceğini bir kere daha görüyoruz, bir kere daha yaşıyoruz. Ahlaksızlık, cehalet ve aptallık kendi başına “kötü” olmakla birlikte, yaşamın yasaları bize bunların aynı zamanda bir toplumun çürüyüşüne ve mahvına yol açacağını da söylüyor.

Türkiye patronları ve emperyalizm, bu çürümüş ve yok olmakta olan toplumda, solun ülkemizin yazgısında hala söz sahibi olabileceğini görüyorlar. Bütün bu zulüm bundandır. Bütün bu kin bundandır.

Bizim bu kokuşmuş düzene, bu insanını din-etnisite-mezhep çerçevesinde parçalayan ve birbirine düşman eden düzene, bu sömürücü, eşitliksiz ve tutsaklık düzenine, ülkemizin bütün kaynaklarını, madenlerini, fabrikalarını, bankalarını, limanlarını, ormanlarını, kıyılarını, toprağını emperyalizme satarak varlığını sürdürmek isteyen patron sınıfına olan kinimiz nerede? Bu ahlaksızlığa, bu aptallığa ve bu cehalete olan öfkemiz nerede?

Yeraltında. Henüz yeraltında. Hala yeraltında.

Bugün bütün retorik patlamasına rağmen aşk yeraltındadır. Bütün burjuva gazetelerinde, televizyon kanallarında, öykü ve romanlarında, burjuva ve liberal yazarlar tarafından bir aşk edebiyatı enflasyonu yaşatılırken, aşk nerede? Yeraltında.

Bu pisliği ancak bir devrim temizler. Devrim nerede? Yeraltında.

Bugün Türkiye’de insanlık yeraltındadır.

Bugün Türkiye’de aşk yeraltındadır.

Bugün Türkiye’de devrim yeraltındadır.

Biz, güçlü, coşkun ve kendisine yeryüzüne çıkmak için yol arayan yeraltı nehirleri gibiyiz. Bugün biz, yeryüzüne patlamak ve bu pisliği temizlemek ve aydınlık masmavi bir gökyüzü, dünyayı çiçek çiçek renklerle bezemek için kendine çıkış arayan yeraltı nehirleri gibiyiz.

Yeraltındayız.

Ve bir yol arıyoruz.

Umudumuz çoktur. Çünkü umut, son tahlilde, yaşama içgüdüsüdür.